Kız Kulesi ile Galata Kulesi’nin Aşkı
Kahve fincanı hiç dile gelir mi hiç demeyin, gelir
efendim! Alır sizi götürür düşlere, anlatır da anlatır… Aşkı anlatır! Aşıkları
anlatır! Aşka aşık olmayı anlatır! Konuşamazsın, sözünü kesemezsiniz, kelimeler
boğazınızda düğümlenir. Bir yudum kahve alırsınız, düşe dalarsınız. Bir yudum
daha alırsınız, düşe devam edersiniz. Kahvenin kırk yıl hatırı varsa bu
fincanların bir ömür! Aşk bu, önüne geçemezsin, durduramazsın, susar, başını öne
eğer-bir fincan dahi olsa!- ve dinlersin… Haydi bir kahve çek kendine, biri
sütlü biri sütsüz olsun, biri Kız Kulesi biri Galata Kulesi gibi olsun. Afiyet
olsun.
Boğazın derin, soğuk ve karanlık sularında
yalnızdır Kız Kulesi (önceki yazı için tıklayın). Yalnız, yapayalnız. Öylesine tek başınadır ki boğazın ne
hoyrat dalgalarını ne hırçın rüzgârlarını ne de kızgın güneşini umursar.
Hüzünlüdür. İçine kapanmıştır. Işıltısını kaybetmiştir. Yorgun ve yılgındır.
Ama bir o kadar da asil. Bir o kadar da zarif, alımlı ve endamlı. Öylesine
vakurdur ki kıyıdan insanın ona saatlerce bakası gelir, alır götürür insanı bu
dünyadan o dünyaya, efsaneden efsaneye, masaldan masala…
Zaten İstanbul efsaneler şehri değil midir?
Aşkların şehri, âşıkların şehri, kavuşamayanlar şehri, yalnızların şehri… Efsane
bu ya, evvel zaman iken zaman zaman içinde, kalbur saman içinde iken yoksullar
handa beyler konakta padişah sarayda iken yıllar yılları kovalamış, yüzyılları
doğurmuş, gün gelmiş çatmış ve Kız Kulesi denizin ortasında yavaş yavaş
yükselen bir kule görmüş, bu ne ihtişam! Çok heyecanlanmış. Acaba yalnızlığı,
hani o içini çürüten, küflendiren, onu solduran yapayalnızlığı bitecek miydi?
Gizliden gizliye günden güne kulenin yükselişini
izlemiş. O kadar merak içindeymiş ki her gün kuleye bakmadan yapamıyormuş. Güneşin
ışıklarının kuleye vuruşuna, ay ışığının kuleyle dans edişine hayran kalmaya
başlamış. Gözlerini kuleden alamıyormuş. Kule de öylesine kudretli öylesine
heybetli görüyormuş ki kıyıdan geçen insanlar hayran kalıyorlarmış. Bu kule
öylesine gösterişliymiş ki İstanbul’un her yerine hâkimmiş. Galata Kulesi’ymiş adı. İstanbullular bu
yakışıklı Galata Kulesine baktıktan hemen sonra gözlerini nazlı güzel Kız
Kulesine çeviriyormuş, acaba bu yalnızlık bitiyor mu? Hani o Kız Kulesinin
içini çürüten, küflendiren, onu solduran yapayalnızlığı…
Beyoğlu’nda yavaş yavaş yükselen bu heybetli Galata
Kulesi de Üsküdar’da kendisini izleyen nazlı güzel Kız Kulesi’ni görmüş. O da
içten içe vurulmuş. O da gizliden gizliye günden güne Kız Kulesi’ni izlemiş. O
da güneşin ışıklarının Kız Kulesi’ne vuruşuna, ay ışığının Kız Kulesi’yle dans
edişine hayran kalmaya başlamış. O da gözlerini artık Kız Kulesi’nde alamamaya
başlamış.
Birbirlerini her an süzmeye başlamış âşık kuleler.
Ezberlemişler artık yakıcı güneşin duvarlarına vuruşunu, hoyrat dalgaların
eteklerini yalayışlarını, hırçın rüzgârların saçlarını savuruşlarını,
başlarında uçuşan martıları, balıkçı teknelerini, onları izleyen
İstanbulluları… Ulaşamamışlar birbirlerine, anlatamamışlar aşklarını, seni
seviyorum diyememişler! Kahrolmuşlar!
Parçalanmışlar! Yanmışlar! Yıkılmışlar! Vazgeçmişler.
Kıyıdan onları izleyen insanlar çok üzülmüşler.
Kederlenmişler. Dertlenmişler. “Bir çare! Bir çare!” demişler, “İstanbul
boğazsız, boğaz bu iki kulesiz, bu iki kule aşkız olamaz” demişler! El ele
vermişler. Yeniden ayağa kaldırmışlar bu iki kuleyi. İki kule de yeniden umutla
tutkularına sarılmışlar. Aşacaklarmış aralarındaki boğazın derin, soğuk ve
karanlık sularını! Hazerfan Ahmet Çelebi çıkmış gelmiş, demiş Galata Kulesine
“Ben Galata’dan Salacak’a kadar kuş olup uçağım!” Galata Kulesi sevinmiş,
gözleri parlamış. Demiş “Ben, biricik sevdiceğime, Kız Kulesine, mektuplar
yazıyorum, şiirler diziyorum. Benim aşkımı görsün. Beni sevsin. Bana inansın.
Lütfen benim mektuplarımı ona götür, kuş ol, kanatlan, uç, ona götür”. Gözleri
dolu dolu olmuş Hazerfan Ahmet Çelebi’nin Galata Kulesi’ni dinlerken. Yüreği
hem sımsıcak olmuş hem de burkulmuş, göğe bakmış “Ey aşk!” demiş. “Tamam!”
demiş. Çıkmış Galata Kulesinin tepesine, takmış kanatlarını sırtına, almış
mektupları saklamış koynuna. Salıvermiş kendini gökyüzünden denize doğru bir
beyaz tüy gibi. Salınmış, salınmış, salınmış Üsküdar’a doğru…
Boğazın hoyrat dalgaları, hırçın rüzgârları ve de
kızgın güneşi izin vermemiş Hazerfan Ahmet Çelebi’ye. Güneş gözlerini yakmış, bakamamış
ileriye görememiş önünü… Rüzgârlar savurmuş kanatlarını almış götürmüş onu bir
uçtan bir uca, saçılmış mektuplar havaya… Dalgalar dağıtmış denize düşen mektupları
boğazın derinliklerine doğru bir o yana bir buna … Martılar korkmuş, balıklar
korkmuş, yunuslar korkmuş bu hiddetten! Galata Kulesi, kahrolmuş! Parçalanmış!
Yanmış! Yıkılmış! Kız Kulesin içi çürümüş!
Küflenmiş! Solmuş! Yorgun! Yılgın! Kavuşamamışlar yine…
Ama bilmişler artık birbirlerini sevdiklerini, yer
gök insanlar şahit olmuş onların aşkına… Cezayir’e sürülen Hazerfan Ahmet
Çelebi ile kıyıdaki İstanbullular, İstanbuldaki minare silüeti, düşkünlerin evi sarhoşların meyhanesi yedi
tepe İstanbul bu aşkı sessizce izlemeye devam etmiş… Şehir gece uykuya dalınca
fısıldaşmışlar, güneş duymamış, rüzgâr duymamış, dalgalar duymamış aşk
sözcüklerini… Martılar bile duymamış! Kavuşamamışlar ama Üsküdar’dan
Beyoğlu’na, Beyoğlu’ndan Üsküdar’a doğru bakışmışlar yine yine yine durmaksızın
hep.
Bir başka kahve keyfinde buluşmak üzere…